28 Haziran 2011 Salı

SREBRENİTSA SOYKIRIMI ve 8372 AYAKKABI

SREBRENİTSA  SOYKIRIMI  ve 8372  AYAKKABI
DR.CEM  ŞAHAN
“...Düşmanlarımız sadece tek bir ırk tanıyorlar; kendi ırkları, tek bir din tanıyorlar; kendi dinleri, tek bir siyasi parti tanıyorlar; kendi partileri. Kendilerinden olmayan ne varsa onlar açısından yok edilmeye mahkumdur...”  Aliya İzzetbegoviç
8372  insan,
8372 can,
Ayırdedici  özellikleri  nedeniyle  öldürüldüler..
1995’in  temmuz  ayıydı.
Bosna-Hersek'in Srebrenitza kentinde,
 General Ratko Mladiç komutasindaki Bosna Sırp ordusu tarafından yapılan  soykırımın  adıdır  Srebrenitza…

5  gün  süren,
Dünya  egemenlerinin  sustuğu, BM  ordusunun  olduğu  bir  bölgede  gerçekleşmiştir..
Öldürülen bu 8372 kişinin cesetleri parçalanıp iskeletleri çıkarttırıldı ve bu cesetler krematoryumda yakıldıktan sonra Lahey Mezarlığı'na gömüldüler.
            Soykırım, ırk, canlı türü, siyasal görüş, din, sosyal durum ya da başka herhangi bir ayırıcı özellikleri ile diğerlerinden ayırt edilebilen bir topluluk veya toplulukların bireylerinin, yok edicilerin çıkarları doğrultusunda önemli sayıda ve düzenli biçimde yok edilmeleridir.
            Bu  çok  eski  hikayedir.Kapitalizm  ile  inanılmaz  boyutlara  taşınmıştır.
            1492 yılında Kristof Kolomb’un ayak bastığında nüfusu 8 milyon olan Arawaks yerlilerinin sayısı 22 yıl içerisinde 28 bine indi.
            İngiltere Krallığı 1788-1938 tarihleri arasında sömürge amacıyla gittikleri Avustralya’da yerleşik yerli halk Aborjinleri sistematik olarak yok ettiler.
            Almanlar 1891 yılında hammadde ve işgücü ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla Güney Batı Afrika (Namimba)’ya sömürge kurmak amacıyla çıktılar. Alman askerleri yaşlı, kadın, çocuk dinlemeden herkesi katlettiler. Katliamdan kurtulanlar işkenceyle öldürüldü. Yaklaşık 132 bin yerliden geriye 15 bini sağ kalabildi
            Liste  uzayıp, gider…
            Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Roma Statüsü'ne göre soykırımın tanımı 6. maddede yapılmaktadır. Bu maddeye göre soykırım, bir milletin, etnik, dini bir grubun veya bir ırkın tamamını veya bir bölümünü yok etmek amaçlı yapılan aşağıdaki davranışlardır:
1-Grup üyelerini öldürmek;
2-Grup üyelerine ciddi fiziki veya zihinsel zarar vermek;
3-Grup üyelerini bilerek tamamen ya da kısmen fiziksel yok oluşa götürecek yaşam şartlarına tabi tutmak;
4-Gruptaki doğumları kasıtlı olarak engellemek
5-Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek
Can  Yücel’le  bitirelim :
‘Yazılmayan bir şeyi yazıyoruz
Olmayan bir vezinle
Tutmayan kafiyeyle
Yazıyoruz günahlarımızı
Okumayan bir abeceyle
Yazıyor
Ve birbirimizin canına okuyoruz'

26 Haziran 2011 Pazar

ÖNCE HASTA YAP, SONRA TEDAVİ ET.

ÖNCE  HASTA  YAP,  SONRA  TEDAVİ  ET.
DR.CEM  ŞAHAN
            Hiç  bir  şekilde  sınır tanımayan,  her  türlü  zorluğu  uluslararası  baskı  ile  aşabilen,  insan  sağlığı, çevre  sağlığı  gibi konularda tanımlama  dahi  yapmaktan  uzak    yıkıcı bir iktisat  modeli  ile  karşı  karşıyayız.  Emek  üzerinden  yaşanan  hak  kayıpları  bir  yana,  kurulan, kurgulanan  endüstriyel  yatırımlar  ile emek  sahipleri  dahil   toplum  sağlığında  kaosa yol  açabilecek  piyasalaşma  çağının  trendidir,
            Önce  hasta  yap, sonra  tedavi  et.
            Son  50-60  yılın hava  kirliliği  üzerinden  anlatmayı  deneyeyim  modern kapital  çağının  sağlıksızlaştırma  girişimlerini.
            Hava  kirliliği  ve  kalp  sağlığı  ilişkisinin  giderek  artan  bilgi  birikiminin,  bu  kentte  lojistik kent, termik  santraller  kenti, HES’ler  üzerinden piyasa-emek  ilişkisini yırtıcı-yıkıcı  piyasa, her  şeye  rağmen  piyasa  diyenlere rağmen  ısrarla  anlatmaya  devam  eden  bir  naif  anlatıcı  olmaya  devam  edeceğim.
            Şunu  demek  istiyorum  bu  süslü  cümlelerle..
            Kurulan  endüstriyel  tesisler, denetimsiz  santraller sağlıksızlık  üretiyor ..
            ‘’Son yıllarda hava kalitesinin düzeldiği söylense de hala Birleşmiş Milletlerdeki insanların yarısından fazlası hava kirliliği miktarının sağlıksız seviyede fazla olduğu bölgelerde yaşamaktadırlar Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, ülkemiz değerlerine baktığımızda ise 2009-2010 kış sezonunda il merkezlerinde ölçüm yapılan istasyonlardan elde edilen PM10 ortalamaları incelendiğinde; Iğdır, Karabük, Denizli, Çorum ve Bolu’da 15 gün ve daha fazla süreyle sınır değerlerin aşıldığı görülmektedir.’’
            Tekkeköy’de  En  çok  hava  kirliliğinin  yaşandığı  ilçe, kentimizde..
            Endüstriyel  tesislerden  ve  santrallerden  bir  çok  Zararlı  bileşen  salınıyor  havaya.. Amerika Birleşik Devletleri Çevre Koruma Ajansı standartlarına göre, hava kirliliği, havadaki ozon (O3), karbon monoksit (CO), sülfür dioksit (SO2), nitrojen oksit (NO), likitler ve partiküller gibi bileşenlerin miktarlarına göre belirlenir. Ancak pratikte genellikle kirlilik, havadaki katı parçacıklar (PM) ve kükürt dioksit miktarına göre belirlenir.
            Santraller  sürecinde, bacadan  havaya  salınan  PM ler  üzerine  onlarca  yazı  yazdım. Son  5  yılda PM ler  ile,  kalp  damar  hastalıkları  ve  bu  hastalıklardan  ölüm ile  ilişkili  yüzlerce  makale  yayınlandı  uluslararası  tıp  dergilerinde. PM’lerin  myokard infarktüsü (kalp  krizi) , aritmi(kalp ritm  bozukluğu , kalp yetmezliğinin alevlenmesi ve inme (felç)  gibi kardiyovasküler mortalite ve morbidite ile daha ilgili olduğu gösterilmiştir. Çaplrına  göre PM10, PM5, PM2,5 ve  PM0,1  türleri  olan  bu  endüstriyel  ve  santral  kaynaklı  hava  kirleticilerin,  bugün  ülkemizde ve  kentimizde  sanayi  tesis  bacalarından  çıkan  sadece  PM10  türü  ölçülebilmektedir.
            Niçin  kalp  krizleri  artıyor?
            Niçin  kalp  damar  hastalıklarından  ölüm  artıyor?
            Niçin  etrafımızda  çok genç  yaşlarda  kalp  krizlerinden  ölen  insanlar  var.
            Çevresel  faktörlerin, hava  kirliliğinin  bu  kalp  hastalıklarına  katkıları  ne  kadar?
            Örneğin  mobil  santrallerin  hukuksuz  çalıştığı  süreçte, normalin çok  üzerinde  PM10  salındığı  günlerde  Tekkeköyde  kalp  krizinden  ölenlerde, hava  kirliliğinin  etkisi  neydi?
            Uluslararası Kardiyoloji  alanında  son  2  bilgiyi de  paylaşmak  isterim. Çünkü başta  Termik  santraller  olmak  üzere,  bu  kentin  en  verimli  topraklarına  bunların  yapılmasının  iznini  veren  yerelden  ulusala, tüm  erkin  hangi  vebalin  altına  girdiğini anlamalarını  isterim.
            Özellikle çapları 10 μm’den küçük olan partiküllerin (PM10) artmasıyla oluşan hava kirliliğinin artmış sistolik (Büyük) ve diyastolik (küçük) kan basıncı ile ilişkili olduğu söylenmektedir Konuyla ilgili yapılmış bir çalışmada, organik karbonlar, özelliklede fosil yakıt gazları ile sistolik ve diyastolik kan basıncı artışları arasında belirgin bir ilişki bulunmuştur.
            İnsanı hiç olarak  gören  bir  iktisadı  büyümenin,  yarattığı  yıkıma,  kuracağınız  SAĞLIK  KENTLERİ bile  derman  olamayacağını  söylemek, yanlış  olmaz  sanırım,
            Sizce..

BÜYÜKŞEHİR BİNİCİLİK TESİSLERİ

BÜYÜKŞEHİR BİNİCİLİK  TESİSLERİ
DR.CEM  ŞAHAN
            Melike  hafta  sonu, cuma  çok  heyecanlıydı. Yarın Ömer  dayım  beni  ata  bindirecek.  Cuma  akşamı  heyecanla  uyudu. Aklıma  Ömer  Seyfettin  geldi. Yatılı  okulda  zorunlu  okuma  saatleri.. Ömer Seyfettin’in  1908 de  ilk  hikayesinin  adıdır  AT. Bu hikayesinde Vardar kıyılarında atını dört nala süren bir biniciyi anlatır. Binici, atını dört nala sürerken süratin verdiği duygu ve hayallere kapılır. Yazar bunu şöyle anlatır:
“Ormanın yapraksız ağaçları artık etrafında geçici bir çizgi fırtınasıydı. Yek ahenk bir rüzgar, kulaklarımda vızıldıyordu. Ben, vakur bir kuvvetin üstünde uçuyor gibi, pek çabuk yaklaşan uzaklara bakıyor, bu azgın ata bindikçe daima duyduğum şeyleri tekrar hissediyorum.”
“ Ah dört beş asır evvel yaşasaydım!” diye mütelezziz oluyordum. Bağlar, ova her taraf boştu. Semada sakin bulutlar, beyaz ve cesim köpükler halinde sabit duruyordu. Atım nihayet yavaşlar gibi oldu. Süatliye geçecekti. Ben hayalatımdan uyanmamak için tekrar kamçımı savurdum. Eski dört nal daha çılgın, daha mecnun tezayüt etti. Kütüklerin, hendeklerin üstünden atlıyordu. Tarlalardan kalkan çamur parçaları etrafa, bazen de üstüme sıçrıyordu. Dört beş asır evvel yaşamak… Bu ne tatlı bir hayattı..
Cumartesi  Atakum İlçesi Büyükoyumca mahallesi hudutları dahilinde 50.000 metrekarelik alan üzerine kurulu Atlı Spor Tesislerine  gittik. Benim  ilk  gidişim. Dostça  bir  karşılayış.  İnanılmaz  bir  manzara. Temiz  hava. Atakum’daki  sıcak  havaya  rağmen, serin  bir  esinti.
Melike  ve  arkadaşı  hemen  Midillilerin  üzerindeler..
Çok  heyecanlılar. Melike’nin  atının  adı  Prenses.  2  turdan  sonra  onu  okşamaya  başladı. Hasan  başta  olmak  üzere  çalışanlar çok  yardımcı. Hoşgörü  ve  samimiyet  insanın  içini  ısıtıyor.
Sohbet  ediyoruz.
Bu  tesislerde İngiliz, Arap, İran, Amerikan, Avusturya, ve Hollanda cinsi 22 atla eğitim veriliyor. At binme   ile  tedavi  alan  özürlü   çocuklardan  bahsediyorlar  konuşma  sırasında. Zaptedilmeyen, hırçın  çocukların atları  görünce  nasıl sakinleştiklerini..Eğitim  fiyatları, hizmete  göre  orta  gelirli  ailelere    uygun.
Atla  tedavi..
Atla tedavi (Hippotheraphy), atları bir “terapist” olarak kullanarak yapılan bir tedavi şeklidir ki, özürlü kişilerde kavrayışa ait, fiziksel, duygusal, sosyal, öğrenmeye ve davranışa ait  değişikliği  ve  gelişmeyi  hedefler.
Otizm, Depresif, Down Sendromu, öğrenme bozuklukları, gelişim gerilikleri, işitme sorunu olan 7–15 yaş arasındaki özürlüler,  fizyoterapistler ve psikologlar tarafından uygun bulunması şartıyla hippoterapi seanslarına katılabilir.
Sonra  merakım  arttı.  Hippoterapinin  tarihçesini  okudum:
‘’ Engellilerin atla tedavisi alanında uzmanlaşmanın ne zaman başladığı net değildir, ama tarihi kayıtlar ata binmenin fiziksel ve duygusal yararlarının antik yunan zamanına dayandığını göstermektedir. MÖ.460–377 yılları arasında Hipokrat “Doğal Egzersiz” adlı yazısında ata binmekten bahsetmiştir. 1569’da, İtalyan Merkurialis “Jimnastik Sanatı” adlı eserinde ve 1780’de Fransız Tissot “Medikal ve Cerrahi Jimnastik” adlı eserlerinde ata binmenin en faydalı yürüyüş şekli olduğunu yazmışlardır. Bu yüzyılın başlarında, İngiltere engellilerin ve ikinci dünya savaşında yaralanan askerlerin terapileri için atları kullanmanın faydalarını keşfetti. 1950’li yıllarda İngiliz fizyoterapistleri her türlü engelin ata binerek tedavi edilebileceğini keşfetmeye başladılar. 1952’de Liz Hartel'in çocuk felci olmasına rağmen, Helsinki at terbiye olimpiyatlarında gümüş madalya kazanması medikal ve at uzmanlarının dikkatini çekti. Avrupa’da atla terapi yapan merkezler kurulmaya başladı. Atla terapi merkezleri 1960’lı yıllarda Avrupa, Kanada ve Amerika'da yayılmaya başladı…’’
İnsan  hikayelerinin  giderek eski  Türk  filmlerindeki  acıklı  sahnelere   döndüğü  bir  kentte,insana, çevreye, kentte  dair iyimser, içimizi  serinleten, umudumuzu  çoğaltan  bir   gezinti  oldu  Binicilik  tesisleri…
Sanki  bu  kentte  değildik.
Sanki  yaşananlar  bu  zamana  ait  değildi.
Dört beş asır evvel yaşamak… Bu ne tatlı bir hayattı..